Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
Sosyal Medya
Avatar photo
Nesrin Aydın

Elbiseden yaprağa evrilen medeniyet

Bugün sokaklarda, ekranlarda ve sosyal medyada gördüğümüz görüntüler, yalnızca bireylerin kıyafet tercihleri değil; aynı zamanda bir toplumun neye dönüştüğünün, neleri normalleş tirdiğinin ve hangi değerleri kaybettiğinin güçlü birer aynası…
Giyinmek, insanlık tarihi boyunca sadece örtünmek değil; aynı zamanda bir aidiyetin, bir kimliğin, bir ahlaki bilincin dışa vurumu. Antik dönemlerden günümüze kadar giyinme biçimi, bireyin toplumla kurduğu ilişkinin en görünür göstergesi olmuş, kimlik ve kişiliğin somut bir yansıması hâline gelmişken, üzülerek söylüyorum ki bugün bu anlam, artık sadece estetik kodlara çevrilmiş durumda. Geçmişte kumaşın fazlalığı, zarafetle ve medeniyetle özdeşleştirilirken; bugün ne kadar az, o kadar cesur ve modern sayılmakta. Bu baş döndürücü dönüşüm, insanlığı sanki yeniden yaprağa sarılmış bir başlangıca yönlendirmiyor mu sizce de? Sanki medeniyetin tüm katmanları üzerinden soyuluyor; bedenin örtüsünden başlayarak zihnin, ruhun, inançların ve mahremiyetin katmanlarına kadar ulaşıyor. Bu savrulma sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda derin bir ahlaki çözülmenin göstergesi. Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in ifadesiyle, “Medeniyet dediğin açıp saçmaksa bedeni, hayvanlar senden daha medeni” sözünün, bu çözülmenin hem trajik hem de ironik bir tanımı olduğunu düşündürüyor bana. Bu sadece belli bir kitleye ait ya da muhafazakâr bir bakış açısı değil; insanın kendisine, bedenine, benliğine ve çevresine karşı sorumluluğunu hatırlatan evrensel bir tanıklık hali… Modern çağın en büyük yanılsamalarından biri, özgürlüğü çıplaklıkta; gücü estetikle; değeri ise beğeni sayısıyla tanımlamasıdır. Oysa bu, özgürlük değil; başka bir tutsaklık biçimi. Bugün güzellik, tarihte hiçbir dönemde olmadığı kadar pazarlanabilir hâle gelmiş durumda. Estetik artık bir kişisel bakım değil; bir yatırım aracı, bir toplumsal onay sistemi ve dijital bir rekabet platformu. Bir kadının aynaya değil, ekranlara göre kendini değerlendirdiği; genç kızların yüzlerini, bedenlerini yeniden şekillendirme pahasına özgünlüklerini kaybettiği bir çağda yaşıyoruz.
Güney Kore’de çift göz kapağı ameliyatının, Batı’da dolgu ve botoksun, Brezilya’da kalça estetiğinin birer ‘kimlik standardı’ hâline gelmesi, bireyin öz benliğini yok sayan bir küresel estetik baskının varlığını ortaya koyuyor. Bu baskı, sadece fiziksel görünümü değil; ruh sağlığını da tehdit eder hâle geldi maalesef. Sosyal medya, bu baskının hızlandırıcısı rolünde. Instagram, TikTok ve benzeri platformlar, algoritmalar aracılığıyla özgünlüğü değil kopyalanabilirliği ödüllendirmekte. Filtreler, ışık ayarları ve poz verme teknikleriyle oluşturulan dijital benlikler, gerçekliğin yerini alarak bireyi kendine yabancılaştırırken; beğenilmek, sevilmek ve fark edilmek artık içerikten, düşünceden ve ruhtan değil, cilalı yüzeylerden ve dikkat çeken bedenlerden geçmekte. Bu dönüşümün merkezinde ise maalesef ki kadın bedeni yer almakta. Eskiden argo bir deyim vardı hatırlar mısınız ‘Senin anan, bacın yok mu?’ diyerek kendini savunurdu kadınlar… Şu anda ise bakılmak için özel bir çaba içinde. Kadın, artık yalnızca bir özne değil; görsel tüketimin nesnesi hâline getirildi. Bu ise hem psikolojik bir travma hem de sosyolojik bir krizin habercisi. Neden mi? Nihal Candan örneği, bu krizin sessizce yankılandığı bir trajedi olarak karşımızda. Güzelliğiyle tanınan, dijital mecralarda milyonlara ulaşan genç bir kadın. Parlak ekranların, makyajlı gülüşlerin, estetik bedenlerin arasında kaybolmuş bir hayat. Anoreksiya nevroza teşhisiyle uzun süre mücadele etmiş ve sonunda yaşamını yitirmiş olması; sadece bireysel bir sağlık sorunu değil, sistematik bir değersizlik sorununun sonucu. Nihal, toplumun “beğenilme” beklentisine hapsolmuş, mahremiyetini ve kişisel alanını sosyal medyanın insafına bırakmak zorunda kalmış, sonunda kendi benliğinden koparak görünürlüğe kurban olmuş bir kadın. Bu sadece onun kaybı değil; toplum olarak kadına biçtiğimiz değerin iflası.

Ne kadar üzüldük değil mi… Her şey gözümüzün önünde sonuçlandı. Tanıyan birçok kişi ölüme giden yolda bu süreçten ticari nema bile kazandı. Ne çok üzüldü yorumlarda yurdum insanı. Sanki o moda programlarını izleyen ve o kadının bu hale gelmesine sebep olan, süreçte o eleştirilerle keyif almamış programı kaçırmamak için kırk takla atmamış gibi…
Nihal’in yaşadığı yalnızlık, yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil elbette. Fransa’da toplumsal medyada yıldızlaşan ve anoreksiya nedeniyle hayatını kaybeden model Isabelle Caro, ABD’de “pro-ana” yani anoreksiyi yücelten grupların kurbanı olan genç kızlar; bu küresel salgının mağdurları. Estetik uğruna sağlığını yitiren Latin Amerikalı influencer Jocelyn Cano’nun ani ölümü, Brezilya’da kalça büyütme operasyonunda hayatını kaybeden 19 yaşındaki Lilian Calixto’nun ölümü… Bu örnekler, güzellik endüstrisinin insan yaşamı üzerindeki ölümcül etkilerini gözler önüne serer.
Peki tüm bunlar yalnızca bireysel tercihler midir? Elbette ki HAYIR! Çünkü bu tercihler, toplumun kadına biçtiği değerin bir sonucu: Kadın, ne kadar güzelse o kadar değerlidir. Ne kadar estetikse o kadar görünürdür. Geçenlerde izlediğim bir sokak röportajında, dudak dolgusu yoğun uygulanmış bir kadın, doğal görünmüyor söylemine ‘Doğal isteseydim yaptırmazdım’ gibi absürt bir cümleyle cevap verdi. Bana absürt gelen söylem bir çok kişiyi güldürüp doğru söylüyor gibi yorumlar oluşturmuştu halbuki. Görünür olmayı neden bu kadar basite ve yapaylığa indirgedik? Oysa gerçek değer, bedenden ibaret değildi. Kadın, tarihsel olarak hem üretimin hem merhametin hem de kültürel aktarımın taşıyıcısı olmuş, ancak bugünün dünyasında bu kimlik, görselliğe indirgenmiş ve kadının ruhu, yüzeysel bir algının gölgesinde kalmış durumda.
Susan Bordo’nun da vurguladığı gibi, kadın bedeni artık sadece cinsellik üzerinden değil, aynı zamanda ekonomik ve kültürel sistemler üzerinden kontrol edilen bir araç hâline geldi. Kadının özgürlüğü, özgürleşmesi gereken erkek bakışına göre tanımlanmakta; kadının kıyafeti, söylemi ve hatta suskunluğu bile politikleştirilmekte. Bugün, kadınlar sadece Batı’da değil; Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar aynı baskı kalıplarına göre şekillenmekte, aynı algoritmalarla yönlendirilmekte ve aynı beklentilerle sınanmakta.
Bugün modernitenin merkezinde konumlanan Batı’da bile, asaletle özdeşleştirilen figürlerin giyim tercihleri dikkatle incelendiğinde karşımıza çıkan tablo, gösterişin değil ölçülülüğün; teşhirin değil zarafetin yüceltildiğini ortaya koyuyor. Güzellik ve vakarın taşıyıcıları olan kraliyet üyeleri; ekranların, davetlerin ve küresel vitrinlerin içinde bile ölçülü bir görünüm sergiliyor, bu yolla kadın bedenine yüklenen modern tahakküme sessiz ama anlamlı bir yanıt veriyorlar. İngiltere Prensesi Catherine (Kate Middleton), giydiği hemen her kıyafette zarafetin sadelikle, asaletin mahremiyetle buluşabileceğini gösteriyor. Diz altına kadar inen etekler, göğüs dekoltesinden kaçınan çizgiler, pastel tonlarda zarif elbiseler… Modern ama göz alıcı, sade ama güçlü. Bu tercihler bir rastlantı değil; Batı’nın öz değerlerini yitirmemiş damarlarından beslenen bir bilinç. Benzer biçimde, Ürdün Kraliçesi Rania, Doğu ile Batı’yı aynı potada eriten bir zarafet anlayışıyla tüm dünyada ilgi görürken, islami bir ülkenin kraliçesi olarak modern çizgiler taşıyan, ama mahremiyeti önceleyen kıyafetleriyle, yalnızca kadınlara değil; kadının algılanış biçimine de ışık tutuyor. Onun giyim tarzı, ne örtünmeyi çağ dışı sayar ne de modernliği teşhirle eşitler. Giyinmenin, kadın ruhuna bir saygı biçimi olduğunu adeta yeniden hatırlatır. Danimarka’nın zarif Kraliçesi Mary, neredeyse her uluslararası temsilde bir stil ikonundan öte, bir kültürel mesaj taşır. Renk seçimiyle, kumaş tercihiyle, vücut hatlarını bastıran ama kişiliğini yücelten tavrıyla Batı’da hâlâ vakarın, ihtişamın ölçüyle mümkün olabileceğini kanıtlar. Bu örnekler, kadının görünürlüğünü bedeninden değil duruşundan alan bir anlayışın hâlâ mümkün olduğunu gösteriyor. Oysa ironik biçimde, kadının örtünmesini geri kalmışlık sayan bazı zihinler; Batılı prenseslerin bu örtülü, ölçülü ve mahremiyeti koruyan giyim anlayışını yüceltmekte, ama kendi toplumunda aynı tavrı küçümsemekte. Sizce sebebi nedir? Halbuki bu giyim biçimi, baskı değil bilgeliğin imajine edilmiş hali gibi gelir bana. Estetik değil etik bir tercihtir. Ve bu kadınlar bize şunu haykırmaktadır: Giyinmek bir özgürlük değil, bir farkındalıktır. Giyinmek, yalnızca fiziksel bir eylem değil; bir düşünce biçimidir. Kıyafet, yalnızca kumaş değil; bireyin kendini nasıl görmek istediği, toplumda nasıl bir yer edinmek istediği ve en önemlisi neye saygı duyduğunun ifadesidir. Bu nedenle, mahremiyet yalnızca dini bir yükümlülük değil; aynı zamanda psikolojik bir savunma hattı. Mahremiyeti korumak, kişinin kendisine ait olanı kamusal alanda tüketmemesi, değerin içten dışa var olması anlamına gelir.
Gösterdikçe değil, sakındıkça derinleşen bir değer inşasıdır bu.. Bir kadının yüzündeki çizgilerde geçen hayatı, bir annenin gözlerindeki kaygıda taşıdığı sevgiyi, yaşlanmış değil yaş almış gerçekten yaşamış bir bedenin içindeki hikâyeyi fark edebilmek; insanı insan yapan derinliktir.. Ve ne yazık ki çağımız, bu derinliği değil; yüzeyselliği alkışlıyor. Bugün ne kadar çok görünürsek, o kadar az anlaşılır hâle geliyor; ne kadar çok soyunursak, o kadar yalnızlaşıyoruz.. Bir toplum, kadına verdiği değer kadar insanîdir. Kadını yalnızca bedeninden ibaret sayan bir yapı; çocuk yetiştirme anlayışını, eğitim sistemini, aile yapısını ve nihayetinde insan ilişkilerini de zayıflatır. Kadını görünür kılmak uğruna onu değersizleştirmek, medeniyet değil; çöküştür. Kıyafetler değişebilir, modalar geçebilir; ama ahlaki zemin çöktüğünde, hiçbir süs onu ayakta tutamaz. Bu yüzden giyinmek, yalnızca stil değil; bir kültürel duruş, bir ahlaki iradedir. Moda gelip geçicidir; ama vakar kalıcıdır. Estetik algılar değişebilir; ama kendine saygı, özdeğer duygusu hep yerinde kalmalıdır. Bugün eğer çocuklarımız kendilerini bedenleriyle tanımlıyorsa; genç kızlarımız ekranlara öykünerek benliklerini yitiriyorsa, orada bir değil birçok şey yanlış gidiyor demektir. Bu yalnızca bir kuşağın değil; bir insanlık değerinin sessiz çöküşüdür. Elbiseden yaprağa evrilen bu yeni “medeniyet” anlayışına karşı, bizler yeniden örtünmekten değil, yeniden düşünmekten başlamalıyız. Çünkü bir kadın yalnızca ne giydiğiyle değil, neyi neden giydiğiyle de var olur. Çünkü toplum yalnızca neyi alkışladığıyla değil, neyi görmezden geldiğiyle de şekillenir. Çünkü beden geçicidir ama duruş kalıcıdır. Ve bu çağın en büyük ihtiyacı, görünür olmak için değil; kaybolmamak için giyinen, varlığını beğeniye değil değerine dayandıran bireylerdir.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER